İlhan İrem
Uzun zaman önce İlhan İrem ile mail röportaj için ilk adımı atmıştık. Yolladığımız ilk sorunun ardından tam umudu kesmiştik ki, cevap mesaj kutumuza ulaştı. Sevindik tabii... Aslında bir röportaj değil bir yaşamdı okumak istediğimiz, öyle de oldu...Dolu dolu bir yaşamın ilk yapraklarını çevirmeye başlayalım...

Muzikline- Boş ver arkadaş, Anlasana, Sazlıklardan havalanan, Yazık oldu yarınlara, Yine de sen bilirsin...Evet ilk sorumuz bu size bütün bu şarkılardan önce nasıl bir yaşamı vardı İlhan İrem'in? Nerede doğdu, nasıl bir ortamda yetişti, nasıl ve kimleri sevdi- sevildi de böyle bir dünya yaratabildi kendine?
(25 Mayıs 2002- saat:15:07 )

İlhan İrem- Çocukluğumun su yüzüne vurduğu... Her gittiğimde o inanılmaz üç boyutlu masal sayfalarının izlerini bulduğum, Burgaz. Bursa’nın, sonradan Güzelyalı olan Burgaz’ı...
En son, onbeş yaşında, mavi yağlı boya ile rıhtım duvarına yazdığım yazıyı gördüm!

"JE T’AIME İLHAN"

Adamo’nun "Mon Cinema" diye bir şarkısı vardı. "Je T’aime" nakaratları muhteşemdir...
Hala aynı etkiyi yapar mı bilemem ama, o yıllarda çığlıkları duyunca tüylerim diken diken olurdu! 70’lerden, 80’lerden ne kadar çok şarkı var... Bir daha öylesi yapılamayacak!..
"Child In Time", Deep Purple. "No Quarter", "Stairway To Heaven", daha bir sürü Led Zeppelin. Jethro Tull, "Thick As A Brick"... Pink Floyd ayrı bir konu!
Neyse...
O, "Je T’aime İlhan" yazısı, 1970’ten beri, ne kadar çok fırtınaya, yağmura, güneşe, poyraza dayanmışta, otuzüç yıldır hala duvarda okunabilir halde duruyor!
Kokular görüntülerden daha ağır, daha yoğun bir tortu bırakıyor galiba!
Sekiz-dokuz yaşlarındaydım. Yazlığa taşınıyoruz.
Deniz kenarındaki iki katlı evimizin alt balkon duvarına oturmuştum bi ara!
Kısa pantolonlu bacaklarımı çenemin altında toplayarak, rahim kapanışı ile büzüldüğüm o yarım saatin kokusunu hatırlıyorum.
Buzlu, çarşaf deniziyle, su birikintileriyle, yağmur sonrasının berraklığında, inanılmaz bir bahar huzuru...
Esinti, bir şeyler söyleyerek dokunuyordu.
Boşluklarla buluşup, kainatın parçası olduğumu ilk kez duyumsadığım, asırlar süren yarım saat!
Babamın seslenişiyle, ilk tribimden yere inip, tekrar denklerdeki, büyük bisküvi kutularındaki eşyaları taşımaya başladığım o gün, daha sonra yaşayacağım, paha biçilmez, çocukluk ve ilk gençlik yıllarının kokusunu duymuştum...
Yağmur sonrasının toprağına denizin kokusu karışmış! Ama çocuksu serinliğimle sevişen, bambaşka bir tazeliğin, umudun, güzelliğin, rayihası!
Başka lezzetler, başka aşklar, acılar, tekrar mutluluklar... Ama, nerde görsem hemen tanıyacağım o kokuyu daha sonra çok az duydum hayatımda!
Yıllar, yılların üstüne binerken, masum çıplaklığımızı giydirip, ilkokuldan başlayarak, gereksiz savaş makinalarıyla donatıyorlar bizleri...
Okul formaları, aynı hedefe yönlendirilmiş, bir örnek askerlerin üniforması!
İlkokulun ilk günü, anneme; "Bunlar niye bir örnek giyinmiş?" dedikten sonra, veli toplantılarının baş konusu olarak, aylarca siyah önlüğü giymeyi reddetmiş bir çocuk...
Nasıl, nasıl özgürdüm!

Burgaz’daki evin arka bahçesinde, bir kümes, elma, dut ağaçları ve bir kuyu vardı...
Kollarımla bütün ağzını kapatıp, dibine doğru bağırdıkça, yankılanan sesimde ne öyküler kurardım.
Sonradan müteahhite verilip, çok katlı beton yığınına dönüştürülen apartman boşluğunda, nostaljik bir insaf belirtisi olarak bırakılmış o kuyu, benim sırdaşımdır.
Mahallenin bütün piçlerini ve gözde kızlarımızı toplayıp, o arka bahçede ütünün kordonunu mikrofon yapıp, konserler verir, tek kişilik oyunlar sergilerdim. Bunlar, ilkokul, ortaokul, çağlarının yazlık anıları...
Deniz sonrası öğlen balkonlarında, çoğunlukla kavgayla biten monopol.
Akşam yürüyüşleri...
Sevgililerimizle!
Bol paça pantolonlarımız, Antuan yakalı gömleklerimiz vardı.
Rıhtım altlarında ateşler yakar, sabahlara kadar şarkılar söyler, dans ederdik. Bir türlü açılamadığımız ilk aşk heyecanlarımızla.
Şimdi bakıyorum...
Küçücük çocuklar Ecevit’in hastalığını, Dolar kurunu biliyorlar!
Eğip bükmüşler hepsini.
Aşk yok!.. Sadece ilişki!
Bir duygu kırıntısında, yan yataklardan yoksun, coşkusuz bir lezzet. Yazık!
Biz, çocuk gibiydik... Genç gibi... Avareydik. Başka türlü mutluyduk!
Düşüncelerimizle, dinlediklerimizle, heyecanlarımızla, aşklarımızla, sanki daha güzeldik.
Daha ileri!..
Kızlı erkekli bisiklet kervanlarıyla, bakir keçi yollarından kaynaklara, su içmeye, meyva yemeye, çiçekleri ve daha çok birbirimizi koklamaya, sevişmeye ( ! ) giderdik!
Ailesiyle gelen sevgililerimizin hemen arkasına oturup saçlarını okşadığımız, tahta sandalyeli yazlık sinemalarımız... Ve bir tane diskomuz vardı.
Dokuz-on yaşlarına kadar, "R"leri söyleyemezdim.
"Anne, biv liva vev! Haydav abiye bisikletimi yaptıvıcam!"
Çocukluğumun anıtıdır Haydar abi!
Bugün aynı işi yapıyor Burgaz’da.
Bisiklet tamir ediyor... Zeytinyağı, sabun yapıyor, 80 yaşlarında...
Heykelsi beyaz, Mozart saçlarıyla, ayakta hala!
Her gittiğimde, eskiye dönüşlere gönüllü kaçışlar içinde otururum karşısına. O da, göçmen şivesiyle, tekrar tekrar çocukluğumu anlatır bana.
Sırtüstü uzanıp, cırcır senfonili tarlalara, saatlerce yıldızları seyrederdik... Beynimiz karıncalanıncaya kadar ötesini düşünerek!
Ve mum ışığında, dört köşe şişeli Aral Vermut içip, Pink Floyd dinlerdik... "Set The Controls For The Heart Of The Sun"
Ve ne kadar çok gülerdik!
Burgaz’ın yaz ortasında kararması... Ve poyrazı meşhurdur!
İnsanların evlerine kapanmasıyla, bomboş kalan sahilleri...
Bazen haftalar süren, o gri vahşi yalnızlık duygusunu severdim.
Biz, geleceğin dünyasına da bir şekilde hazırlayarak kendimizi, gündemin erişemediği duvarlar ardında, büyülü, olağanüstü bir çocukluk ve gençlik büyüttük.
1969’du, bisikletle köy kahvesinin önünden geçerken, radyodan kulağıma çalınmıştı Apollo’nun başarılı ay inişi...
Plaj evlerinin duvarında, mini eteğiyle önünden geçişimi bekleyen sevgilimden daha önemli değildi bu...

"Kurnaz Kamil" vardı ! Şair... İçerdi... Hep içerdi.
O zamanların pek çok Türk Sanat Müziği şarkısının güftelerinin kendisine ait olduğunu anlatırdı !
Evi, ailesi yoktu !
Sahilde, rıhtım altlarında, orda burda sabahlardı.
Ne şakalar yapardık ona !
Nasıl hoşgörülüydü !
Birgün, saf ispirtoyu içti ve uçtu !
Çocuk belleğimde ondan birkaç dize kaldı ;
"Rakıya su katamam
Çünkü ben sulu adam değilim"
"Benim adım Kurnaz Kamil,
Kargadan başka kuş tanımam."
.........

Yazın bir de klubümüz vardı;
"Black Cat..."
Bir evin bodrum katında dans partileri, masum sevişmeler, bisiklet, yüzme yarışları...
Tabelamız, amblemimiz, üye kartlarımız...
Asfaltlara, duvarlara, her yere "Black Cat" yazıyorduk.
Bir gün, bir sürü jip ve arabayla, "Black Cat"i Polis ve jandarmalar bastı. Bizi, illegal bir yer altı örgütü sanarak...

Duvarlardaki resimleri ve seks dergilerini gören komiserin kahkahalarını hatırlıyorum... Bir de telsiz konuşmasını! "Amirim, bunlar tıfıl, çoluk çocuk, merak edilecek bir şey yok!"

Ondört yaşındaydım. Ve bütün bunlar yaşanıyorken... Yazlık evimizin arka tarafındaki zeytinliklerde, kendi emeğimizle, hasırdan ve çıtadan sınırlar yapıp, ortasına pist diye betonlar dökerek kurduğumuz kafetaryada grubumuzla her akşam dans müziği yapıyorduk...
"Quando L’amore Diventa Poesia"
"Rain"
"Bad Moon Rising"
"Down On The Corner"
"Sugar Sugar"
"In-A-Gadda-Da-Vida..."
Sonra büyüdük!
Yıllar sonra... 1992’de, Hansu’ya çocukluğumun yeşil/mavi hazinelerini göstermek için, Burgaz’a gittiğimde, Ataköy ve Kumburgazvari beton ucubeleri... Yeşilliği ve insanlığıyla, yok olan herşeyi gördüğümde, arabamın direksiyonuna kapanıp, ağladım... Ağladım...

.........

Ben, o ilk coşkuyu hiç yitirmedim! Değişen dünyanın bozulan lezzetine paçasını kaptıran kim varsa hayatımda, daha önceki güzeller güzeli paylaşımların büyüsüne/anılarına, hiç kapılmadan, acımasızca attım hepsini hayatımdan!

Sabahlara kadar, aylarca, yıllarca süren çağrılar ve anlatımlarla geldim yalnızlığa!..
Öyle... Başka boyutları bir gecede silip atan bir neşter olmadım yani!
Şimdi n’oldu?
Türkiye, güzelliğini, duygularını yitirdi.
Türk insanı, elli yıldır, tamamen kendi seçimleriyle yöneldiği bu karanlık yolculukta, onurunu, şerefini, aşkları, sevgileri, kaybettiği bütün insani değerleri tekrar bulabilir mi acaba?
Böyle bir arayış hiç yok ki!

Ekonomik kriz, güzellik çırpınışlarını sürdüren insanların hayatlarını alacakaranlık hikayelerine dönüştürüyor!
80’lerden bu yana, iyice sığlaşan coğrafyamızda insanlar, kendileri gibileriyle halvet olup, Atatürk’ün Cumhuriyetiyle hiç ilgisi olmayan, kötü huylu, tembel, teslimiyetler içinde bir "Zombi" toplumu oluşturdular!
İçtenliksiz, sürekli bir stratejik yapılanma içinde, kendi sınırlarını ayakta tutabilmek adına, aşk, sevgi, arkadaşlık, aile...
Akla gelebilecek her türlü insani güzellik kavramlarından öte... Yalanlardan ve bireysel kazanımlardan örülmüş bir toplum!
Yaşam şekliyle, sanatçılarıyla, politikacılarıyla, düşen bir uçağın kara kutusu bu!
Üstelik, içten ve dıştan, her türlü eleştiriyi, şoven duygularla püskürten bir kitle!
Eğer sevecenler, anlatımlarımdaki mistik yapılanmalardan kanatlanan, gerçeküstü bir yolculuğun izlerini arıyorlarsa...
Önce yakın tarihimiz konusunda bilinçlenip, Türkiye fotografındaki İlhan İrem’i görmeleri gerek!

Bindokuzyüzelli’lerden beri, karşı devrim sürecinde, her türden dini oy hesapları, seksen sonrası tarikatlarıyla fışkıran Atatürk düşmanlıkları, İkinci Cumhuriyet masalları, erken öten horozlar misali, küreselleşme, ABD ve AB adına, dışı yaldızlı bir batılılaşma özentisiyle, çağdaş dünyanın diğer yüzündeki emperyalist karanlıkları göremeyen sözde entelektüeller...

Ve bütün bunların ötesinde; Gerçek sanatçısını, ölümünden sonra bile, üç-beş sütunla hatırlayıp, kendinden kendine payeler sunan... "Sanatçı" adını verdiği benzerleriyle, politikacısıyla, medyasıyla, çağın çıkmazlarında, üstelik kendinden çok emin bir şekilde yaşam hakkı arayan, derinliklerini yitirmiş, kompleksli bir aile!

Bırakın, şarkılardaki, kitaplardaki, resimlerdeki, mistik açılımları...
Onlar sonra!
İlhan İrem’in bu hastalıklı yapıda boy veren...
Bütün olumsuz yaşam koşullarına karşın, solmayan, boynunu bükmeyen...
Anlaşılmaz kokular, güzellikler... Ve çevresine yaydığı vicdani rahatızlıklara karşın, yeraltında buluştuğu göksel sularla...
Geleceğe doğru açılımlarını sürdüren, otuz yıllık köklerle gülümseyebilmesi, somut... Yaşanan bir mucizedir!

Ne acı!

Türk toplumu, aşklarını, düşlerini, masalsı güzelliklerini, umutlarını yitirdi.
Önyargısız yaklaşarak, anlatımlarımdan, eskiyi ve yeniyi harmanlayıp, ötelere uçabilecek birileri varsa...
Onlara "Beni Unutun" diyorum.
Yaşarken, ya da dünya ziyareti sonrasındaki taş yığınları anlamsızdır.
Bu bulanık akışın dışında olmaya direnen, sayıları hiç te azımsanmayacak birileri var ki;
İnsanlar, kolay kazançların asırlık rüyalarından uyanıp, onları görebilirlerse...
O zaman herşeyi baştan kurgulayabileceğimiz yeni bir tarih yazılabilir!

Bence gerisi;
Günlük oyalanmalarla eğlenerek, azar azar hiçlendiğimiz bir hayal perdesi...

(15 Haziran 2002 - saat: 04:37)