ARABİK KATASTROF

 

İlhan İREM

Aydınlık Gazetesi

(10 Haziran 2011)

 

Fırtına… Rüzgar çok şiddetli esiyordu.

Hatırladığım sürekli bir yolculuk hali.

Soluk soluğa koşuyorduk… Ve sağımızdan, solumuzdan insanlar geçiyordu.

Yuvarlanan, takla atan, koşmaya, yürümeye çalışan, sürüklenen insanlar…

Kimi kendini boşluğa bırakıyor… Kimi bir eliyle şapkasını tutup, öne doğru eğilerek kasırgada ilerlemeye çalışıyordu.

Bir zaman yoldaşlık, yarenlik ettiğimiz aynı yönün yolcuları, daha sonra rüzgarlara kapılıp, anılardan bile uzaklara savruluyordu.

Rüzgar yağmura, yağmur çamura, çamur batağa, batak dışkıya dönüştü.

Yok oluşlar giderek daha hızlı ve daha acı verici bir hale geldiğinde, buz gibi bir duşun altına girmiş gibi duyularımızı yitirmeye başladığımızı hissediyorduk.

Sevgiler bir bir buharlaşırken artık biliyorduk; Aydınlık yolculuğunu terketmeyen bir avuç insan dışında, ‘herkesin ama herkesin bir kaynama noktası vardı.

Dünyanın ar damarı patlamıştı!

Karanlık çağlar yuvarlanan siyah çığlara dönüşerek, kavurucu lav dereleri üzerinde anlamsız sayıklamalar gibi üstümüze geliyor, yakıyor, donduruyordu.

Oysa biz denizlerin deniz, yağmurların yağmur, aşkların aşk, insanların insan olduğu masumiyet çağlarından geliyoruz.

Kavgaları, sevişmeleri farklı… Sessiz, saygılı, huzurlu bir alemden.

Nostalji edebiyatı değil… Başka bir gezegenin, başka bir ülkesinin sokaklarıydı oraları.

Yün yumakları gibi çileler halinde yuvarlanan bu cansız sürüye benzemeyen başka türlü canlıların yaşadığı bir dünyanın çocuklarıydık.

Rüzgarlara kapılmamayı, kendimiz olmayı, gönlümüzün peşinden gitmeyi öğrendik.

Narin ve dirençliydik… Dikenlerimizi kendi ruhumuza batıran yalnızlık gülleri…

Kadifemsi, hüzünlü, coşkulu, teslimiyetsiz.

Hep birşeyler oldu, hiç vazgeçmedik.

Dünyalar kuruldu, dünyalar yıkıldı…

Yaşamasız birileri hep vardı.

Geldiler, herşeyi silip süpürdüler… Yılmadık, yeniden başladık.

Bebekliğimizden, ilk gençliğimizden beri süren bir gel-git.

Altmışlarda, yetmişlerde, seksenlerde, doksanlarda, ikibinler ve ötesinde…

Hep birileri geldiler, sanatı, müziği, sokakları, kürsüleri, sahneleri talan edip gittiler…

Hep geldiler… Ve hep gittiler!

Gelenler gitmeyecek gibiydiler… İkbal sarasına kapılmış bir güç histerisinin sarsıntılarıyla döneniyorlardı.

Öylesine emin kendilerinden ve zamana yapışık.

Hiç ihtimal verilmiyordu gideceklerine.

Gittiler!

İnandığımız yoldan hiç sapmadan, inandığımız gibi yürüdük.

Yollarımıza duvarlar ördüler kanatlandık.

Gönlümüzün müziğini yaptık… Gönlümüzün renkleriyle boyadık gökyüzünü.

Gönlümüzdeki insanlarla, gönlümüzce yaşadık…

Şeffaf ruhlarımızla sevdik..

Geleceğe taş olanlarla kavga ettik, her zaman korkuzuca söyledik sözlerimizi, kendi lisanımızla…

Kelimelerin ziyan olacağı değersiz çağlarda ise sustuk.

Kasırgaya, sellere kapılmadık… Korkup yıkmaya çalıştıkları, yıktıklarını zannettikleri heykeller gibi durduk. Saçlarımız bile uçuşmadı…

Biz hep kaldık!

Ama o gelenler… Hiç gitmeyeceklerini zannedenler...

Koca bir toplumun kaderini iki dudağının arasına alanlar…

Azametlerine kutsiyet vehmedilen tiranlar…

Ülkeyi firavun mezarlarına çevirip, herşeyi ölümsüz iktidarlarının ebedi hayatlarına göre dizayn edenler…

Hepsi gittiler.

 

Sapla samanın bu kadar karıştığı…

Karanlığın böylesine içinden çıkılmaz bir batağa dönüştüğü…

Yalan ve tertibin yaşam biçimi olduğu böylesi bir dönem daha önce hiç yaşanmadı.

Haksızlığın ve vicdansızlığın tarihe kazındığı bir siyah çağ!

Azılı domuz bağcılarını, çocuk tecavüzcülerini ortalığa salarken, suçunu bile bilmeyen insanları zulümhanelere, tecrit hücrelerine tıkan, adaleti, insanlığı, hakkaniyet duygusu yitik bir sözde güç!

Ve böylesine tepetaklak oluşa isyan edenlere hala; “Adaletin görevini yapmasını sabırla niçin beklemiyorsunuz?” Diyebilen…  Arkasından en demokratik havaları takınıp; “Yoksa siz Türkiye’nin darbe gündeminden arınmasını istemiyor musunuz?” eklentisiyle, artık sinirleri hoplatma aşamasını kahkahalara dönüştürecek denli bir komedi sahneleyen, gözü aymazlığa dönmüş, egemenlerin uskur suyu aydıncıkları…

 

Olmayan bir örgütün, olmayan davasının, olmayan delilleriyle, cahil halkın sırtında, bağırtılarla, kara çalmalarla, tertip üstüne tertiplerle ilerleyen…

Dalgalarını basılmayan kitapların imhasına kadar vardırabilen…

Resimlerle, heykellerle, şairlerle, yazarlarla, gerçek sanatçılarla ve özgür ruhlu herkesle kavgalı olan…

Bilgi çağında düşünceye yasak koyabileceğini zanneden, ülkenin tüm aydınlık ufuklarını kaplamış şişkin bir ego!

 

Hür varoluş nedenlerine böylesine vicdansızca saldıranların…

Cumhuriyetin bütün kurum ve kazanımlarının yeşil çekirge sürülerinin istilasına uğradığı günler hiç yaşanmadı.

 

Bu yaz kronik bir kışın habercisi olmasa keşke! Ama hileli bir rulet masası gibi top sürekli siyaha düşmeye devam ediyor.

Tozlarından silkinen muhalefet…

Ülkenin yeniden güzele dönüşeceği günlerin hasretiyle çabalayan Cumhuriyet Güçbirliği.

Hoyrat oy alışverişinin, engellerin ve bilinçsizlik duvarlarının nasıl aşılacağı sorusu ise yanıtsız.

Perişanlık ve yalan doygunluk noktasına geldiği halde, yeniden onyıllların kaybedileceği zamanlara doğru sürükleniş devam ediyor.

Dışarıdan sürülmüş cilalarla sanal gündemler yaratıp kendilerini parlatmayı sürdürenler, hor gördükleri cumhuriyet Türkiye’sini görgüsüz bir arap ülkesine dönüştürüyorlar.

Doğadan, doğallıktan, sanattan, çağdaş yaşamdan nasiplenmemişlerin kof dünyasıdır bu.

 

Peki ipin ucu kimin elinde?

 

Atlantik ötesinde, küresel imparatorluk hevesleriyle yanıp tutuşan bir ülke…

Kızılderililerden başlayarak, kendi şeklini verme uğruna çağlar boyu dünyaya kan kusturan…

Girmediği köstebek deliği, maşalarıyla karışıtırp talan etmediği toprak kalmayan bir yeni dünya canavarı…

Bu coğrafyada en büyük tehlike olarak gördüğü Mustafa Kemal aydınlığını karartmak için elli yıldır şekilden şekile giren bir şeytan sureti…

Her devirde emellerine uygun politkacılar, gazeteciler, sanat erbapları, erken ötüşlü özgürlük kuşları ile mevsimsiz demokrasi gülleri bulmakta hiç güçlük çekmeyen… Bir süre yemleyip suladıklarını işi bitince koparıp atan…

Bütün dünyayı arka bahçesi olarak kabul eden korku filmi bahçevanı…

 

Stratejik ortak görünümlü binbir suratın rahle-i tedrisatından kimler geldi kimler geçti…

 

Kimi; “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyordu…

Kimi neşeli kasetler koyup boğaz köprüsünde arabasıyla sefa sürüyordu…

“Yollar yürümekle aşınmaz” diyenler…

“Şeriata karşı yürünmez” fetvası verenler…

Yaşlılıkta sağı solu karıştırıp “faydalı tarikatlar da vardır” diye mırıldananlar…

“Bu vatan için kurşun atan da, yiyen de kahramandır” diye homurdananlar…

“Kanlı mı olacak kansız mı tehditli ilk badem bıyıklılar…

 

Bunlar nerdeler?

Hiçbiri yok!

 

Demokrasiyi kömür, bulgur, nohut zanneden bu halk, özgürlük diye giydirilen deli gömleğini üzerinden atacak bir gün.

Hepsinden daha gözükara olan bugünün hayali kahramanları da gidecek.

Değişim ve normalleşme masallarıyla sahnelenen bu büyük yıkım dönemi bitecek.

Ülkeyi tanınmaz hale getirenler gerçekten büyük bir değişime imza attılar.

Okyanus ötesindeki gözyaşı ve onun asabi kader arkadaşı birlikte karışacaklar tarihin perdelerine…

Küresel ve ülkesel bir cinnet döneminin kötü anıları olmaktan öte kimse hatırlamayacak onları.

Böyle bir kıyametin içinde bile aydınlık kalabilmiş “insanlar” ise hiç unutulmayacaklar.

 

Değerlerine değersiz gündem bulaşmamış, daima evrensel aydınlığa doğru yürüyen insanlar…

Kendi aydınlık yolculuğunda ötelere kanatlanan sanatçılar…

Çığlığımız, bu arabik katastrofun içinde güzellikleri görebilme yetisini yitirenlere…

Kafalarını cilalı karanlıklara gömüp, ruhlarını, aşklarını, ışıklı yurtlarını ve herşeylerini kaybedenlere…

 

Yaşayan ölülere sesleniyoruz; “Bir Türkiye vardı, n’oldu ona?”

 

Işık ve sevgiyle…