DİNLERE İNANMIYORUM

 

(Bazı bölümleri sansürlenen röportajın tam metnidir)

 

 

‘İşte Hayat’, ‘Konuşamıyorum’, ‘Anlasana’, gibi çok sayıda klasikleşmiş esere imza atan İlhan İrem, Türkiye’yi, kainatı, aşkı, özgün bakış açısıyla değerlendirdi

Hidayete mi erdiniz? sorusuna “Dinlere inanmıyorum” diyerek cevap veriyor İlhan İrem. “Üzerindeki akıllı canlıların büyük aptallıkları nedeniyle Dünya kaybedilmiş gezegene dönüşÃ¼yor. İnsanlığın geldiği nokta Tanrı’yı bile şaşırtan bir fiyaskodur” diyor. İşte İlhan İrem’in şifreleri…

 

Tanrı’yı sorguladığınız “Kuklacı Amca”’dan, mistik öğeler taşıyan Cennet İlahileri’ne hayatınızda neler değişti? Hidayete mi erdiniz? 

 

İnancım kainatın sonsuz güzelliğine ve büyüsüne. Dinlere inanmıyorum. Dünya tarihinin başlangıcından bugüne kadar geçen süreçte, huzur, barış ve sevgi için gönderildiği savlanan dinler, ayrılık, bağnazlık ve savaş nedeni olmuş. Giderek daha büyük puntolarla düşÃ¼nmeye alışan, hayatın asıl anlamı olan hassasiyet ve ayrıntıyı kaybeden insanlar, dinlerin evrensel mesajını alabilecek algı kapasitesine sahip değil. Herkes takım tutar gibi, asla karşı tarafa empati yapmaksızın kendi kör inançlarının peşinde bağırıp çağırmakla meşgul.

Öyle bir kaos oluştu ki, dinlerin bu yorumlanış şekilleriyle huzur ve düzen getirmeleri imkansız. Önce İnsanların beyninde bir reform olmalıdır. Bilinçsizliğin yerine bir bütünlük bilinci gelmedikçe, İnsanlık beklenenden de yakın bir gelecekte toz olacak. Üzerindeki akıllı canlıların büyük aptallıkları nedeniyle Dünya kaybedilmiş gezegene dönüşÃ¼yor. İnsanlığın geldiği nokta Tanrıyı bile şaşırtan bir fiyaskodur.

İlk plağım “Birleşsin Bütün Eller”de veya 1975 senesinde toplatılan “Kuklacı Amca”da ne anlatıyorsam, bugün de aynı konuları anlatıyorum. Farklı olan biçemdir. Özde aynı kalarak, kaçınılmaz bir şekilde nüanstan nüansa geçiyorum. Şarkılarım benimle birlikte büyüyor, yaşantım, sezgilerim ve gözlemlerim hangi boyuta ulaştıysa bütün şeffaflığıyla kendimi yansıtıyorum. Toplumun sağırlığına, giderek kütleşen algılara biraz daha anlaşılır servisler yapmak hiçbir zaman benim ilgi alanımda olmadı. 37 sene önce başlarken hayallerini kurduğum çok yetkin bir izleyici kitlesi ile paylaşıyorum şarkılarımı. Bu benim için çok çok değerli. Yaşanan zibidiliklere karşı, kendine özel duruşlar sergileyen sanatçıları daha farklı kavrayacak bir toplum bilinci olsaydı, Türkiye’de siyaset, sanat, bilim ve herşey bambaşka kişilerce bambaşka güzelliklere taşınabilirdi.

 

 

 

“Işık ve Sevgiyle” felsefesini benimsemiş bir sanatçı olarak, günümüzde vahşi cinayet ve katliam olaylarının artmasını neye bağlıyorsunuz? İnsanlık mutluluğu nasıl yakalayacaktır?

 

Ben toplumdaki çürümeyi ilk kez görenlerdenim. 30 sene önce, bugün yaşanacakları durugörü gibi önceden hissettim. 1980 yılında ilk tepki olarak iç uzaylarıma çekildim. 90’ların başından itibaren müzik çalışmalarını sürdürmekle birlikte fizik olarak kendimi geri çektim. Bu ormana ait hiçbir kişi ya da kavram ile ilişkim olmadı. Sanatçı olarak her zaman kendi lisanımla çalışmalarımı ve uyarılarımı yaptım. 1980 – 1987 arasında yazdığım 150 dakikalık rock senfonide (Pencere… Köprü… Ve Ötesi…) 1985’den bu yana yazdığım, başta “Katastrof” (Kıyamet) olmak üzere bütün kitaplarım ve “Koridor”, “Seni Seviyorum”, “Cennet ilahileri” gibi bütün albümlerimde Türkiye’nin, dünyanın ve insanlığın içinde bulunduğu çürümeyi ve sevgisizlik krizini anlattım hep. Tabii ki toplumun duyarlı ve aydınlık insanlarının netlikle algılayabileceği, insani donanım gerektiren söylemler bunlar.

“Cennet İlahileri”ni birleşik bir inanç ve aşk çatısı düşleyerek kurguladım. Çünkü içimdeki umut ve güzele olan aşk asla ölmez. inançlardan, kutsal kitaplardan ve mitolojik metinlerden çağrışımlar taşıyan birleştirici bir cennet düşledim. “Hu” adlı şarkının ardından çan sesleriyle ”Müjde” başlıyor. Göksel metinler ve anlatımlarla süren, içbarıştan dünyaya ve evrene açılan müzikal devinimler… yaklaşık yarım asırdır sürdürdüğüm bir açılımla ışıklı sevgileri anlatıyorum. Teorilere, büyük büyük formüllere gerek yok. İlhan İrem ve izleyicilerinin sessiz sedasız oluşturdukları olağanüstü sevgi ve bütünsel yapı, evrensel insanın his paylaşımına mükemmel bir örnektir.

 

 

 

En büyük hayaliniz nedir?

 

Peru’da, Macchu Picchu’da, barış, birlik ve doğa adına bütün insanlara seslenebileceğim bir konser vermek isterdim.

 

 

2010’da hayranlarınızı ne gibi sürprizler bekliyor?

 

Uzun bir süredir yazdığım albümü 2010 yılında tamamlayabileceğimi düşÃ¼nüyorum. Albüm çalışmamaları yıllarca sürebiliyor. Ama yayınlandıktan sonra bir daha yok olmayan şarkılar için bu üretim sürecinin normal olduğunu düşÃ¼nüyorum.

Ayrıca konserlerim ve yeni kitap çalışmalarım olacak.

 

 

 

 

Ergenekon operasyonları toplumu ikiye bölmüş durumda, bu konuda sizin düşÃ¼nceleriniz nelerdir?

 

Bir akıl tutulması yaşanıyor. Toplum bir elma gibi birçok parçaya bölündü.

Üretimlerimin sağlığı için bütün bunların dışında, izole bir dünyada yaşama arzuma rağmen, haksızlıklara karşı içimde taşıdığım dürtü bunu engelliyor.

Olayları uzaktan daha şeffaf görebiliyorum. Türkiye’ye çok büyük bir çelişkinin yaşatıldığını ve bunun çok büyük bir tehlike olduğunu düşÃ¼nüyorum. Dünya da bu rüzgara kendini kaptırmış durumda. Çağdaş dünyada insanların ne olduğuna değil neler yaptığına bakılır. Oysa Türkiye’de kimlik üzerinden siyaset ve yaşam kurulmak isteniyor. Bu son altmış yıllık çürümenin ulaştığı uç boyuttur.

Öyle konular, öylesine hızlı yaşanıp tüketiliyor ki, en vahim iddialar bir anda komediye dönüşÃ¼yor ve unutuluyor. İnsanlar paralize oldu. Türkiye şoklama ile dondurulmuş vaziyette. Umarım buzlar çözüldüğünde çok geç olmaz.

Çünkü 2010 ve sonrasının tam bir doğum sancısı veya terminal safha olacağını düşÃ¼nüyorum. Her zaman aydınlığı, özgürlüğü, evrensel sevgiyi anlatan bir sanatçı olarak bu korku imparatorluğunu kabullenemem.

 

 

 

Selda Bağcan “Darbe yapanları değil, yapamayanları yargılıyorlar” dedi.. Orhan Gencebay da “Kenan Evren 80 ihtilali ile can güvenliğini getirmiştir” dedi… Çalkantılı yılları yaşamış birisi olarak sizin bu konuda düşÃ¼nceleriniz nelerdir? Her gün darbe korkusuyla yaşanır mı?

 

Yaşanan süreç, toplumun tam bağımsızlığa inanan, aydınlık kesimine sindirme taktiğidir.

Planlı programlı sürekli sanal gündem yaratılarak servis ediliyor. Bilinçli ve bilinçsiz olarak bu toz bulutunu körükleyen aydınlar var. Oysa yaşananların özgürlük ve demokrasi ile hiçbir ilgisi yok. En kötüsü de, dozu giderek artan cüretkarlık artık olağan kabul ediliyor.

 

 

 

İlhan İrem kendini nasıl tanımlıyor? Demokrasi anlayışı nedir? Kırmızı çizgileri var mı?

 

Ürettiklerim ve gerçek hayatımla bir kainat gezginiyim. Ama bu hassas coğrafyada yaşayan bir sanatçı olarak, üzerinde yaşadığım topraklara olan sorumluluklarımı göz ardı edemem. Düşlenen cennetlere rüya alemlerinden transit olarak geçilmiyor. Tam bağımsız Türkiye Cumhuriyetine inanan, laik, demokratik, Kemalist, antiemperyalist bir yurtseverim. Bu benim dünya görüşÃ¼mdür. Kimseyi ilgilendirmemesi gerektiği gibi, kimsenin düşÃ¼nsel yapısı ve yaşam şekli de başkalarını ilgilendirmez. Çalıştığım kişilerde, müzisyenlerimde, her türlü eğilime, tercihe sahip insan vardır. İnsanların özü, ne kadar insan olduğu önemlidir. Ne olduğu değil, nasıl olduğu… Asla kimlik gözetmem. Ancak bir kırmızı çizgim var. Bir varsayım olarak içimde taşıdığım, özgürlük ve demokrasi anlayışımı perdelemeyen bir düşÃ¼nce; Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmeyen kişilere güvenmem. Bence Atatürk’ü sevmeyen bir kişi vefa duygusundan yoksun demektir. Vefa duygusu taşımayan kişiler vicdana sahip değildir. Vicdanı olmayanlar kendilerini, hayatlarını, başkalarını, çevrelerini, giderek dünyayı evrensel boyutlarda sevemezler.

 

 

“Yazık Oldu Yarınlara” şarkısıyla hafızalara kazınmış bir sanatçı olarak yarınları nasıl görüyorsunuz?

 

En karamsar şarkılarımın dahi atmosferinde mutlaka umut vardır. Ümit asla bitmez. Ama ümit etmek için çaba göstermek, uyanmak gerek. En başta sevmek... Oysa insanlar giderek daha vahşileşiyor. Büyük bir kesim ise afyon yutmuş halde. Kulluktan yapışmış çok kötü bir alışkanlık var. “Devlet bilir” diyorlar... Başkaları tarafından kollanıp gözetilme rehavetinden kurtulunması gerek. Bu çok eski bir hastalık ve ümmetlikten halklığa geçememiş toplumların her kesiminde görebilirsiniz. İçinden geçilen bu sürecin tek nedeni cehalettir. Kavgaların, ayrılığın, şiddetin, trafiğin, bencilliğin, yanlış seçimlerin, her şeyin nedeni cehalet ve evrendeki yerini kavrayamamış insanın, devletlerin içine düştüğü kısır çekişmeler. O muazzam desendeki değerini ve yığınak derdine düşmeden dünya hayatının kıymetli, anlamlı ve sonsuz kılınabileceği… Metafizik bir söylem değil bu, ilkellikten kurtulup çağdaş olmanın ilk kuralı. “Değerin hiçliği ve hiçliğin değeri” paradoksunu çözememiş insanlar, büyük işler yapma sanrısında bir çöp gibi yuvarlanıp gidiyorlar. Kendilerinden biraz daha kurnaz olan aynı yolun yolcuları tarafından

“Ziyaretçiler” dizisindeki kötü niyetli uzaylılar gibi sinsice kullanılıp, tüketiliyorlar. En büyük sorun cehaletten doğan sevgisizlik.

 

 

Günümüzde ki şarkıları nasıl buluyorsunuz?  Hep aynı soundda ‘Eller havaya’ şarkıları yapan Serdar Ortaç, Demet Akalın gibi şarkıcılar sizce kalıcı olabilecekler mi?

 

Başından beri anlattığım fotoğrafın müziği onlar. Dünya artık böyle bir yer. Dinlence ve eğlence müziği olarak da hepsi amacına uygun ve başarılı! Tuhaf olan eğlenceliklerin sanat ve sanatçı olarak kabul görmesi. Beğenilerin sığlaşması nedeniyle gerçek sanat pek çoklarınca ayırt edilemez oldu.

 

 

 

Bu yıl sizinle ilgili ‘Müziğin mistik İlahı’ diye bir kitap yayınlandı, ilahlaştırıldığınızı  ya da putlaştırıldığınızı düşÃ¼nüyor musunuz?

 

Payelerle ilişiğimi çok seneler önce kestim. Övgüler ve eleştiriler beni ilgilendirmiyor. Sadece sanatıma çok büyük bir emek verdiğimi, işimi mükemmel yaptığımı biliyorum. Hayatımla, yazdıklarımla, duruşumla şeffafım. Canımdan can vererek ürettiğim şarkılarım bence düşÃ¼nsel ve müzikal birer nakış barındırıyor. Kainatın bana özel bu hediyesine şÃ¼kürlerle doluyum. Güzelliği hisseden dinleyicinin yaşadığı ve çevresine yaşattığı derin paylaşım paha biçilmezdir. Yalnızca işimi kusursuz yapmaya çalışıyorum.

 

 

 

Sözler yazıp, besteler yaptığınız Bursa ve Kıbrıs’ta konserleriniz olacak mı? İstanbullu hayranlarınıza ne gibi sürprizler hazırlıyorsunuz? Bu şehirlerin sizin hayatınız üzerinde etkisi nasıl?

 

Müzik dünyasında egemen olduğunu varsayan bazı güçler, sessiz sedasız gerçekleştirdiğim devrimin farkında değiller. Farkında olanlar ise, düzenin çarklarında debelenmeden, düzen için kurguladıkları insanlardan çok daha büyük bir potansiyel oluşturmamı kabullenemiyorlar. İnanılmaz emek ve sabırla oluşan güzelliği, yalnızca sessiz olduğu, bağırıp çağırmadığı için yok saymaya, engellemeye uğraşıyorlar. Yapımcıları manuple ederek konserlerimi, albüm çalışmalarımı bloke etmeye çalışan pek çok isim bilgisi ulaşıyor. Oluşturdukları tekelin dışındayım ve onların tarzında bir sanatçı değilim. Yalnızca eserlerime ve olağanüstü dinleyicime güveniyorum. 2009 senesinde albüm çalışmaları sürdüğü için konser yapmadım. Yakın bir gelecekte İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa ve Kıbrıs’ta başta olmak üzere konserler vereceğim.

 

 

 

Size göre kimler efsane? Efsane olmanın kriterleri nelerdir? ‘Yaşayan Efsane’ olarak anılmak nasıl bir duygu?

 

Efsane olmak bence yüzyıllar sonra yaşayan ölümsüz eserler bırakmaktır. Çağlar sonra netleşecek bir olgudan bugünden söz etmek anlamsız. Dünyevi payelerden uzak durmayı başarabildiğim için, saf, duru ve yoğun şarkılar yazabiliyorum. Müziğimi hayatım olarak yaşıyorum.

 

 

“Konuşamıyorum” şarkısını kimin için yazmıştınız? “Sazlıklardan havalanan bir ördek gibisin…” diyorsunuz… Bu benzetmeyi kimin için yapmıştınız? Sizi derinden etkileyen başka şarkılarınız varsa onun da adı ve öyküsünü alabilir miyiz?

 

“Konuşamıyorum” uzun zaman sonra karşılaşan, yalnızca yılbaşı gecesini birlikte geçirip sabaha karşı tekrar ayrılan eski sevgililerin hikayesidir. Sabaha karşı Beykoz ormanındaki köprünün altında yazmıştım. “Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin” diyorum. Korkuyla havalanan ördekler yön duygularını kaybederek bir süre dağınık uçarlar. Sevgilinin sesi ördeğin ürkek haline benzetiliyor. Sesin görüntüye benzetilmesi alışılmadık bir durum herhalde ki, 32 yıldan beri bu konu soruluyor.

 

 

 

 

 

Günümüzde aşk ve romantizm tarz mı değiştirdi? Sanal bir dünya da reel aşkları arıyor insan oğlu… Aşkın tarifini bir de sizden alabilir miyiz?

 

Değişen insan dokusu ve dünyanın atmosferi artık büyük aşkların yaşanmasına uygun bir yer değil. Aşk derin bir farkındalık, hassasiyet halidir. Kendi içsel derinliklerinden kozmozun en uzak noktalarına kadar en ince ayrıntılardan örülü bir duyarlık, akıl ve bilgi ile bezenmiş bir ilgi ve özen gerektirir.

Duyguları ucundan tutan teknoloji insanlarının, bu hayatın her zerresine yayılmış kuru görüntüler ve baştan savmalık içersinde aşk yaşamaları mümkün değil. O nedenle bazı özel kişilikler dışında gençlerin “aşk” diye yaşadıkları bir şuursuzluk hali.

 

 

Eşiniz Hansu İrem’in hayatınıza ne gibi katkıları olmuştur?

 

Hansu İrem, üç yaşın masumiyeti ve üç yüz bin yaşın bilgeliğine sahip. Olağanüstü bir sağduyusu ve düş dünyası var. Yaşadığımız aşk ve yol arkadaşlığı anlatılamaz. Tanıdığım en büyük şairdir. Birlikte bir kainat yarattık. İnsanın aşık olduğu insanla taptığı işi, sanatını yapmasından daha büyük bir mutluluk olabilir mi?

 

 

Son olarak hayranlarınıza neler söylemek istersiniz?

 

Her şey şimdi başlıyor.

Işık ve sevgiyle…

 

 

 

_____________________________________________

 

Millyet Gazetesi (14 Ocak 2010)

Röportaj: Olcay Ünal Sert