İlhan İrem 2. bölüm
İlhan İrem ile yaptığımız mail röportajının ikinci bölümü sitemizde yerini aldı. Sanatçıya bir süre önce yolladığımız ikinci sorunun cevabı da hem bir sanatçı duyarlılığını hem de hakkında başka yerlerde okumadığımız bilgileri içeriyor. İlhan İrem'e yönelttiğimiz ikinci sorumuz iki bölümden oluşuyor. İlki bugünlerde yeni kitabı "Düş Hekimi 2" ile gündemde olan Ankara'lı dostumuz Yalçın Ergir'e ait;
İlk soruya verdiğiniz cevaptan yola çıkarak; şu anda çocuk olan birisiyle yıllar sonra bir röportaj yapıldığında, sizce yitirdiği nelerden bahsedecek - günümüze ait olup, yanıbaşımızda duran ama fark etmediğimiz, şu anda kıymetini bilmediğimiz...

Sorunun ikinci kısmı bizden; Müzikal dünyaya açılan kapı nasıl aralandı, hangi umutlarla adım atıldı, beklenen neydi, bulunan ne oldu?


İLHAN İREM- Bütün yolculuklar, bütün heyecanlar, sevgiler, ayrılıklar, kavuşmalar, arkadaşlıklar, hırslar, ezilmeler, dikilmeler...
Kainatta "hayat" diye filizlenen ne varsa... Ne kadar güzel günler çalınabiliyorsa yarınlardan, hepsi ; Bilerek, bilmeyerek, ölüm korkusu ötesindeki ölümsüzlüğe doğru giyilmiş "Sonsuz Yaşam" maskeleri.
Anlamı her boyutta değişik şekilde hiçlenen sevgi, geleceğin dünyasının kaybedilmiş en önemli cevheri olacak şüphesiz.
Kaybolan yeşil doğa, mavi gökyüzü... Yokolan bitki ve hayvan türleriyle, yıkılan ilişkileri araştırırken bile, geleceğin bilim adamları, bütün bu cehennemi katastrofa duyguların tükenişinin neden olduğunu anlayamayacaklar hiç !
Oysa bambaşka bir tılsım dünyanın yakın uzaylarından uçup gidiyor...
Sevgiyle, kayalar, ağaçlar, oyuncaklar konuşur... Ölümcül hastalar hayata döner...
Kurumuş yalnızlıklar/çiçekler yeşerir... Ve bilenler bilir ki, hiç boş laf mastürbasyonları değildir bunlar !
Ne yazık ki, inanılmaz bir kalınlık ve duyarsızlık içinde, herkes güzelliklerin yanından başka türden yaşantılara doğru koşturup gittiler !
Geride, insan gibi insanların çaresiz yalnızlığı kaldı.
Onlar da, kabul edilebilir ahlaki cambazlıklarda yitik hayat sınavları veriyorlar, bir taraftan yerlere düşürdükleri pırıltıları toplamaya çalışarak !
Doğum ve ölüm gibi, sevgi ve nefret te, garip insani lezzetler içinde birbiriyle harmanlanmış duygular !
Nefret, yüce ve ulaşılmaz bir aşkın çaresiz gölgesinde tohumlanabilir ancak !
Bu coğrafyada ise durum biraz farklı... Gerçek aşk yolculuğunu hiç tanımamış insanlar, bunca nefreti, umutsuzluğun karanlığında, insanlık ötesi kötülüklerle gübreleyip, yetersizlik bahçelerinde, aşağılık kompleksi tarlalarında yeşertiyorlar ( ! )

Çevreyi, doğayı, kaybolan bitki ve hayvan türlerini saymazsak , bugünün çocuklarının gelecekte bilimkurgu boyutunda dinleyip, en çok merak edecekleri konu ; Koşulsuz sevgi ve aşk olacaktır !

Yakın gelecekte, benzin mazot yerine, güneş enerjisiyle çalışacak, Hidrojen / Bor bileşimlerini yakacak araçlarımız...
Bugün hayal edemeyeceğimiz, düşünce hızına yaklaşan saniyeler içinde ulaşacağız varacağımız yerlere... Hiç temas etmeksizin yeryüzüyle... Havadan !
Yenileri gelse bile, bugünün çaresiz hastalıkları aşılacak... Ömürler uzayacak !
Gerçek sevgi ve sevişmenin insani hazları dışındaki her işimizi yapabilecek robotlar...
Beyinlerimizi hafıza çipleriyle destekleyerek, bilgisayar donanımlı, yarı organik canlılara dönüşeceğiz.
Düşünce ötesi, daha bir sürü teknolojik devrim sarmalayacak hayatları, çok yakın bir gelecekte.
Ama o insanlar ; Bozbulanık bir çağın koridorlarında, son izlerini ikibinlerin başında bırakıp, dünyayı terkeden sevgiden ve aşktan bihaber... Bize göre yetinmiş lezzetlerde başka türlü bir hayat yaşayacaklar !
Bugünün gözyaşlarıyla geleceğin dünyasını yıkayıp arıtmaya çalışan birileri, yaşamayan, hayali, masalsı varlıklar gibi, kaotik ve matematik rezillikler içinde yok sayılmak isteniyor !
Oysa herşey, çocukluğumuzun peri masalları kadar sade ve basit ; Hissettikleri, belli belirsiz tanrısal ışığa yönelmiş sevecenler...
Ve hayatları boka sarmış diğerlerine, anlayabildikleri kadarıyla, koridorun öteki ucundan, sevgiyle sarmalanmış, davetkar dokunuşlar.

Yüreğimdeki mucizenin öncesini ve sonrasını anlatıyorum ! Kaybettiğimiz herşey, sahillerde, uzaylarda tuz buz... Kum taneleri kadar paramparça ve umutsuzuz. Ama, akışı ve gündemi tümden dışlayan küçücük bir sevgi ışığıyla, herşeyi yeniden kurabiliriz !
Ölümsüz güzelliklerle yayılıyoruz sonsuzluğa...
Artık buralarda olmayacağız ama ; En geç iki asır sonra, uzak ziyaretçiler için bilinmeyen bir uygarlığın izleri olacağız suların altında.
Paslanmış kalıntılarda ışık ve sevgi kırıntıları kalsın diye.........

Hayal meyal hatırladığım ilk görüntü...
Onaltı yaşındaydım. Lise Bir’de ikinci senem. Bursa... Heykelin arkasında bir çatı katı. Annemlerin hemen üstünde.
Kalın bordo perdeleri sürekli kapalı ve tavanı , Pink Floyd, Jethro Tull, Eric Burdon and The Animals, Deep Purple, Yardbirds, Cream, Rolling Stones, Moody Blues, Led Zeppelin mozaikleriyle kaplı bir oda.
Kapak hoparlörü ayrılan, kırmızı/beyaz Philips bir pikap.
Ardından, o zamanların en sıkısından bir Dual.
Çelik Palas Otelinde, "Romans" çay bahçesinde, Uludağ, "Beceren" ve "Fahri" otellerinde , gençlik çaylarında, yılbaşı balolarında çalan ve gerçekten mükemmel müzik yapan grubumuz ; "Meltemler"
Çoğunlukla az bilinen şarkılardan oluşan, farklı bir repertuarımız vardı. Diyebilirim ki, o yıllarda çift davulla sahneye çıkan nadir gruplardan biriydik. Şarkılara, nefes, tükürük seslerine kadar birebir papağan olurdum.
Shocking Blue’ nun "Venus"ü , veya Guess Who’nun "American Woman" ı pikapta çalarken, usulca sahneye çıkar ve aynı şarkılara devam ederdik.
Plaktan gruba geçildiğini dans edenlerden çok azı anlardı.
O günlerdeki başarı ölçütümüz ve "Baba Grup" raconumuz buydu ! İlk ezberlediğim şarkı , Demis Roussos’un solisti, Vangelis’in klavyecisi olduğu, "Aphrodite’s Child" grubunun "Quando L’amore Diventa Poesia" şarkısıydı. Ve o yıllarda (1969-1970) grubumla söylemeyi en çok sevdiğim şarkı; "Who’ll Stop The Rain" / Creedence Clearwater Revival.

Yıl 1971’di.
Devamsızlıktan ardarda sınıfta kaldığım lise yılları.
Eve geldim. Akşam yemeği...
Radyonun sesi bi hayli açık.
Haberler... İsrail-Arap harbi.
Odama çıktım...
İlk beste...
"Birleşsin Bütün Eller"
Bir hafta sonra diğerleri ; "Yazık Oldu Yarınlara" , "Haydi Sil Gözlerini", "Ver Elini"
Şan, Solfej ve Gitar Hocam Selahattin Asyalı’ya bestelerimi çalıp söyledim.
"Bunları gerçekten sen mi yaptın ?" Diye sordu.
"Evet hocam" dediğimde,
"Dersimiz ve derslerimiz bitmiştir." Dedi. "Sana öğreteceğim hiçbir şey yok ! Müziğin matematiği seni bozar. Böyle doğal kalmalısın. İçinden geldiği gibi bestelemeye devam et ! Çünkü bu şarkılar olağanüstü."

Yine de uzun yıllar devam ettim derslere...

1972’nin son günlerinde, bestelerimi yeşil ışıklı, makaralı bir Grundig teybe kaydedip, İstanbul Unkapanı Plakçılar Çarşısına götürüp dinletmeye karar verdim. Herkes burun kıvırıp "hayır" derken, sadece bir kişi bu maceranın gelecek kıvrımlarını belirsizce hissederek, İlhan İrem anlatımlarının ilk kapısını araladı. Diskotür Plak , Antuan Şoriz... Gerisini biliyorsunuz .